Tarihte Cebriye olarak bilinen ve insan iradesini iptal eden görüşte de Allah ile mümkün varlıkların arasındaki bağı kesmemek hastalığını görmek mümkündür. Onların kulun fiillerini Allah’a yazmaları aslında insan fiillerini Allah’ın parçası gibi görmelerinden kaynaklanmıştır. Muhiddin İbn Arabi gibi tasavvufçuların âlemleri Allah’ın parçası olarak değerlendirmeleri aslında ateizmin bir başka versiyonundan başkası değildir.
Kader meselesinin anlaşılması için öncelikli şart akli delillerle Allah’a inanmaktır. Aksi takdirde yaratıcı ile yaratılanı karıştırma ihtimali her zaman mevcuttur. Akıl âleme bakarak “bu şeylerin sebebi nedir” sorusunu tabi olarak sorar. Esasen “her şeyin bir sebebi vardır” cümlesini söyleyemeyen biriyle akıl çerçevesinde hiçbir meselede uzlaşmanız mümkün olamaz. Bu kimseler her meseleyi taklit ile çözdüklerini zannederler. Hz. Peygamber (sav) bir hadislerinde; “Her doğan, İslam fıtratı üzerine doğar. Sonra anne babası onu Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar” buyurmuştur. Hadiste kişinin anne babasının kişiyi Yahudi, Hıristiyan veya Mecusi yapacağı zikredilmiş ama müslüman yapacağı belirtilmemiştir. Zira İslam, taklit üzere değil delil üzerine bina edilmiştir. İslam hariç bütün dinler ve ideolojiler koyu taklidin ve ahlaksızlığın eseridir. Bu kimseler her meseleye “bu böyledir” diyerek meseleyi hallettiklerini zannettiklerinden onlarla makulde buluşmak mümkün olmaz.
Madem “her şeyin bir sebebi var” öyleyse mesela “içtiğimiz suyun sebebi nedir” sorusunu sorarız. Suyu oluşturan elementleri biliyoruz ama bu elementlerin sebebi nedir? Soruları sonsuza kadar götüremeyeceğimize göre soruları bir noktadan sonra kesmek “zorunda” kalırız ve tüm bir âlemi var eden zorunlu varlık mecburen vardır hükmüne varırız. Mecburiyetin temel sonucu bütün bir âlem ile zorunlu varlık yani var olması için bir sebebe ihtiyaç duymayan yaratıcının arasını kesin olarak kesmektir. Bu kesmenin bir sonucu olarak zorunlu varlığa bir mahiyet tayin etmemek, ona şekil vermemek, hayalen dahi olsa O’nun zatı hakkında düşünmemektir. “Düşünmemek” tabiri önemli çünkü zorunlu varlığa zorunlu olarak ulaşıyoruz ve zorunluluk duvarını aştığımız an artık akıl çizgisini de aşmış oluruz. Esasen zorunluluk duvarını aşma çabası Allah’ın varlığına inanmamak ve Allah’a inanma meselesini sadece derece meselesi haline getirir. Bu inanç “Allah vardır ve insanın biraz üst formudur” şekline dönüşür.
Tarihte Cebriye olarak bilinen ve insan iradesini iptal eden görüşte de Allah ile mümkün varlıkların arasındaki bağı kesmemek hastalığını görmek mümkündür. Onların kulun fiillerini Allah’a yazmaları aslında insan fiillerini Allah’ın parçası gibi görmelerinden kaynaklanmıştır. Muhiddin İbn Arabi gibi tasavvufçuların âlemleri Allah’ın parçası olarak değerlendirmeleri aslında ateizmin bir başka versiyonundan başkası değildir.
Kulu ve kulun fiillerini yaratan şüphesiz ki Allah’tır lakin bu hakikati kabul etmek ayrı bir meseledir kulu ve kulun fiillerini Allah’a nispet etmek veya bunları Allah’ın bir parçası olarak değerlendirmek ayrı bir meseledir. Zaten kulu ve kulun fiillerini Allah’a nispet ettiğiniz anda Allah’ın yaratıcılığını da inkâr etmiş olursunuz. Hâlbuki Allah’ın kul nezdindeki en büyük vasfı yaratıcı olmasıdır. Ayet-i kerime’de şöyle buyrulur: “O, göklerin ve yerin yoktan var edicisidir ve O, bir işin olmasını murat edince, ona yalnızca “ol” der, o da hemen oluverir.” (Bakara Suresi: 117)
Yaratma meselesinde ilk anladığımız mesele yaratılan şeyler vardır ve bunların müstakil bir varlığı mevcuttur. Eğer yaratılan şeylerin kendi müstakil varlıkları yoksa yaratılan herhangi bir şeyden söz etmek de imkânsız olur. İşte bu sebeple insanı, insanın fiillerini veya herhangi bir yaratılmış şeyin fiillerini Allah’a nispet ettiğiniz de Allah’ın yaratıcı olduğunu da reddetmiş olursunuz.
Comments