top of page

Platonik Olmayan Aşk, Aşk Değildir...

Aşk her zaman tek taraflıdır. Aşkın tek taraflı olması dalga konusu edilir, boş sohbetlerin mezesi olarak “platonik aşk” olarak mahkûm edilir. Hâlbuki platonik aşk, karşılıksız anlamında değil ruhlar âleminde birbirini seven kimsenin dünyaya geldiği zaman aşkını aramasına verilen isimdir.Aşkını kendin gibi aziz bilmek, onu mukaddes olarak değerlendirmek, kayıp “benin” sevincini bulmaktır


Akıl En Büyük Peygamberdir
Platonik Olmayan Aşk, Aşk Değildir...

İki kafalı, dört elli, dört gözlü, iki sırtlı ve sırt sırta… Kafalar birbirini görmüyor. Böyle bir “ben” düşün. Ve bir gün bu insanın ortadan ikiye bölündüğünü hayal et. Artık ortada “tek benli” ama iki ayrı insan var. Acı olan şu ki, bu iki insanın her biri bölünürken, her biri bir başka dağa savrulmuş ve hasrette vadiye düşmüş. Gel zaman bu iki insan ama tek ben birbirini aramaya koyulmuşlar. Çöllere düşmüşler, dağları aşmışlar bu uğurda. Yürekleri yaralanmış, aldıkları nefesi vermeye mecalleri kalmamış. Arayış sırasında yolda gördüğü her insana “acaba benim diğer parçam bu mu” diye durup bakmadan geçememişler. Arayışları, buluşları, kavuşmaları, ayrılmaları hep bir destan olmuş. İşte bu tek ben ve iki insanın arayışlarına, ayrılışlarına, kavuşmalarına zamanla “aşk” adı verilmiş.

“O, sizi tek nefisten yaratmış sonra ondan eşini yapmıştır. Hayvanlardan da sizin için sekiz eş indirmiştir. Sizi annelerinizin karnında üç karanlık içerisinde….” (Zümer Suresi: 6)

Ayette önce insanın tek nefis olarak yaratılması gündeme getirilmiş ve daha sonra bu tek nefisten, onun eşinin “yapılması” haber verilmiştir. Fahrettin Razi, ayetin açılımı babında mana olarak; “Sizi tek başına yaratılmış bir nefisten; sonra da o nefisten onun eşini yarattı” ifadesini kullanmaktadır. Burada önce müstakil bir yaratma sonra ondan yapma ibaresinin kullanılması aslında tek nefsin, eş yaratılmış olmasına rağmen bozulmadığını, eşin müstakil bir varlık olmadığına işarettir. Evet, eş için müstakil bir yaratma yerine mevcut eşin “TEK BENİN” uzantısı olarak resmedilmesi oldukça ilginç.


Hayvanlara gelince… Onlar için ise ayette direk olarak “çift” tabiri kullanılıyor hem de onların insanlar için var edildiği vurgulanarak. Hayvanların çift olarak indirilmesi, onların çift olarak varlıklarının birbirlerine olan bağımlılığına dikkat çekiyor. Onlar birbirlerine bir hukuki kaide (nikâh) olmadan yaklaşırlar ve temel amaçları sadece üremektir. Sevgi ve aşk gibi yüce kavramlar hayvanlar için geçerli değildir. Ayrıca ayette hayvanların ne yaratıldığı ne de yapıldığı hususu vurgulanıyor. Onlar hakkında sadece “indirilme” kelimesi kullanılıyor. İnsanın önüne indirilen ziyafet gibi.


Ayet-i kerime’de daha sonra insanın “anne karnında üç karanlık” içerisinde iken dünyaya adım attığı beyan ediliyor ki insanın en önemli amaçlarından birinin kendisi gibi doğan insan parçasını bulsun. Gerçekten de insan, eşini (aşkını) bulana kadar karanlıklar içerisindedir ta ki kendi parçasını bulur… İşte o zaman her şey aydınlanmaya başlar. İnsan, eşini (aşkını veya nefsini) bulmadığı sürece hep eksik kalacak; göremeyecek, duyamayacak, yürüyemeyecektir.

Aynı ayetin içerisinde “hayvanlardan çift” olarak söz edilmesi ve yine onların bizim için var edilmesi “bizim hayvanlara benzemeyen” ulvi yanımıza dikkat çekiyor. Evet, hayvanlarda çiftleşir ama bizler “cima” ederiz. Bizim yüce yanımız; eşlerimiz, evliliğimiz, aşkımızdır. Zaten “cima kelimesi, “toplamak, bir araya getirmek” anlamındaki cem kökünden türeyen cimâ, “toplanmak, bir araya gelmek” manasında masdar veya “beraberlik” anlamında isim olarak kullanılır. Bu manadan hareketle kadınla erkeği bir araya getiren cinsî münasebete cimâ denilmiştir.


Dinî-hukukî anlamda daha çok meşrû olan cinsî münasebeti ifade eden cimâ, İslâm dininde karı ile kocanın karşılıklı hak ve vecîbelerinden biri kabul edilmiştir. Fıkıh bilginlerine göre taraflardan her biri bu anlamdaki eşlik görevini yerine getirmek mecburiyetindedir. Kur’ân-ı Kerîm’de karı ile kocanın birbirine karşı konumunun birer elbise, birer örtü (libas) durumunda olduğu beyan edilerek (el-Bakara 2/187) insanın hem fizyolojik hem de psikolojik açıdan tatmin görüp huzura kavuşabilmesi için karşı cinse olan ihtiyacı vurgulanmıştır. Câhiliye Arapları sosyal hayatlarında kadına çok az değer veriyor, bunun sonucu olarak da evlilik ve aile müessesesi zayıflamış bulunuyordu. İslâmiyet ise kadına yeni birçok hak tanımış, onun dinî, sosyal ve ekonomik konumunu ileri bir seviyeye yükseltmiştir. Bu değişikliğin etkisiyle olacaktır ki Câhiliye dönemi alışkanlıklarından henüz tam kurtulamamış bulunan bazı müslüman erkekler hanımlarının sert davranışlarından şikâyet etmeye başladılar. Bu arada kadınların tepki psikolojisinin etkisiyle meşrû (mâruf) sınırı zorlamış olmaları da muhtemeldir. Bu tür şikâyetlerin ortadan kaldırılması ve karı ile kocanın uyumlu bir cinsî hayat sürdürmelerinin sağlanması amacıyla Hz. Peygamber özellikle kadının meşrû bir mazereti olmadığı halde kocasının cinsî isteklerine olumlu cevap vermemesinin Allah’ın gazabına ve meleklerin lânetine sebep olacağını ifade etmiştir (Buhârî, “Nikâḥ”, 85; Müslim, “Nikâḥ”, 120-121). Buna karşılık erkeklerin de kocalık vazifelerini ihmal ettiklerini yansıtan olaylar tesbit edilmiştir. Nitekim Hz. Ömer döneminde kocasının ilgisizliğinden şikâyet eden bir kadın halifeye başvurmuş, halife de iki tarafı dinledikten sonra kocasının en az dört günde bir hanımıyla beraber olmasını tavsiye etmiştir (İbn Kudâme, VII, 29). Yine Hz. Ömer sefere çıkan askerlerin, gidiş dönüş dâhil olmak üzere dört aydan fazla ailelerinden uzak kalmamalarını sağlayan bazı esaslar koymuştur (Süyûtî, Târîḫu’l-ḫulefâʾ, s. 129).


Kur’an’da cinsî münasebetin ana gayelerinden birinin neslin devamı olduğu ifade edilmiş ve kadının cinsel organından (vajina) olmak şartıyla ilişkinin şekil açısından serbest bırakıldığı bildirilmiştir (el-Bakara 2/223). Çeşitli hadislerde, karısına cinsel organı dışındaki yollardan (anal) yaklaşanın Allah’ın lânetine uğrayacağı ve bunun bir nevi livâta sayılacağı haber verilmiştir (Ebû Dâvûd, “Nikâḥ”, 45; Müsned, I, 86; II, 444; Tirmizî, “Ṭahâret”, 102). Hadislerde cinsî münasebet âdâbı ile ilgili tavsiyelerde de bulunulmuştur. Çiftlerin tamamen çıplak olmayıp üzerlerine bir örtü almaları (İbn Mâce, “Nikâḥ”, 28), ilişkiden önce bir hazırlık ve ülfet dönemi geçirmeleri (İbn Kudâme, VII, 25-26) ve besmeleyi unutmayıp Allah’tan hayırlı evlât talep etmeleri (Buhârî, “Nikâḥ”, 66) bunlardan bazılarıdır. Eşiyle peş peşe ikinci defa ilişkide bulunmak isteyen erkeğin hemen gusül yapması gerekmemekle birlikte namaz abdesti alması veya el ve ağız burun temizliği yapması sünnet kabul edilmiştir (Müsned, III, 7).


Câhiliye Arapları’nın, muhtemelen yahudilerin etkisinde kalarak aybaşı halindeki eşlerinden uzak durdukları ve aynı yatağa girmedikleri bilinmektedir. İslâmiyet bu durumdaki hanımlarla sadece cinsî münasebeti yasaklamış, aile hayatının diğer ilişkilerinin ise aynen devam edeceğini kabul etmiştir (el-Bakara 2/221-222; Taberî, II, 224-231). Aybaşı ve lohusa halindeki eşle cinsî münasebet vuku bulduğu takdirde, münasebet bu halin ilk günlerinde olmuşsa yaklaşık 4 gram, son günlerinde olmuşsa 2 gram altın değerinde bir meblağın fakirlere dağıtılması işlenen günahın bir nevi kefâreti sayılmıştır (Tirmizî, “Ṭahâret”, 123; Ebû Dâvûd, “Nikâḥ”, 46; İbn Mâce, “Ṭahâret”, 23).


İslâm dininde cinsî münasebet için aybaşı ve lohusalık hali dışında da bazı kısıtlamalar getirilmiştir. Bunları oruç, i‘tikâf, hac veya umre maksadıyla ihram dönemleri olmak üzere üç grupta ele almak mümkündür. Ramazan orucu tutan eşlerin, oruç saatleri içinde ilişkide bulundukları takdirde oruçları bozulur ve hem kazâ hem de kefâret, yani ramazan ayı dışında altmış bir gün oruç tutmak icap eder. Nâfile veya kazâ orucu tutan eşlerin cinsî münasebeti ise sadece aynı günün orucunu kazâ etmeyi gerektirir. Daha çok ramazan ayında olmak üzere müminlerin i‘tikâf zamanlarında yemelerini ve içmelerini asgariye indirmeleri yanında cinsî münasebetten tamamen uzak kalmaları da emredilmiştir (el-Bakara 2/187). Hac niyetiyle ihrama giren eşler, görevlerini yerine getirip ihramdan çıkıncaya, hatta ziyaret tavafını bitirinceye kadar cinsî münasebette bulunamazlar. Umre niyetiyle ihrama giren eşlerin durumu da ana hatları ile aynıdır. Bu ibadetlerin çeşitli kademelerinde vuku bulacak ilişkilerin doğuracağı sonuçları fıkıh mezhepleri az çok farklı şekillerde belirlemişlerdir.


İslâm dininde cinsî münasebetin ibadete engel mânevî bir kirlilik meydana getirdiği kabul edilmiş ve ilişkiden sonra yıkanıp gusletmek farz kılınmıştır.” (Diyanet İslam Ansiklopedisi; Cima Maddesinden Alıntı)


Dikkat edilirse insanın cinsi münasebetleri anlamında kullanılan “cima” başlı başına yüce hükümlerle donatılmıştır. Kısaca cima kelimesi, kadın ve erkeği tek nefis hale getiren, kayıp “BENİ” bulduran çok ama çok yüce bir İBADETTİR. İbadettir zira Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur:


"Biriniz ailesi ile cinsi münasebet yapmasında da sadaka ecri vardır."


Ya Resulallah! Birimiz şehvetini tatmin ederse yine ecre mi nail olur?" dediler. Cevaben:


“Ne dersiniz? O kimse şehvetini haramla tatmin ederse ona günah ol­mayacak mı? İşte bunun gibi, helal yolla şehvetini tatmin ettiği zaman da ona sevab vardır” buyurdu. (Ebu Davud)


Yani… Yani aşk; “Sen benimsin, ben de seninim” halinden başkası değildir. Ve insan, aşk olmadan asla insan olamaz. Sözün burasında bir şey daha anlıyoruz.


Aşk her zaman tek taraflıdır. Aşkın tek taraflı olması dalga konusu edilir, boş sohbetlerin mezesi olarak “platonik aşk” olarak mahkûm edilir. Hâlbuki platonik aşk, karşılıksız anlamında değil ruhlar âleminde birbirini seven kimsenin dünyaya geldiği zaman aşkını aramasına verilen isimdir. Aşkını kendin gibi aziz bilmek, onu mukaddes olarak değerlendirmek, kayıp “benin” sevincini bulmaktır. Bedenden ruhun derinliklerine geçiş ve ruhun artık bedeni kontrol etme halidir aşk. Gerçek benliğin dışa çıkımı ve yeniden diriliştir aşk. Lakin yanlış anlaşılmaması için aşk da cinselliğin asla bir ayrıntı olmadığını aksine cinselliğin ruh ve bedenin birleşmesi hali olduğunun altını çizmek şart. Cinsellik, aşkın mukaddes bir uzantısı ve aşk ancak cinsellik ile bir hukuka bağlanır ve oradan sonsuzluğa uzanır. Ki aşkın yeniden diriliş olmasının en büyük delili onun vesilesiyle çocukların olmasıdır. Hukuka dayanmayan, flört ile idare edilen, gelecek tasavvuru olmayan bir aşk olamaz.


Evet, aşk insan için yeniden diriliştir. Dünyaya yeniden gelmektir. Bunun en büyük delili ise doğan çocuklardır.


Aşk, dünyaya; zamana ve mekâna meydan okumadır. Ve bu aşkın meyvesi de çocuklardır. İşte bu sebeple eşcinsellerin birbirlerine duydukları sapık duygular aşk olarak isimlendirilemez. Onlar kayıp parçanın değil kendi içine gömülenlerin, insanlığı parçalayanların, nefreti kuşananların sapkınlıklarından başka bir şey değildir. Esasen eşcinsellik, insan doğasına meydan okumanın diğer adıdır. Bu sebeple eşcinsel olan kimselerden her türlü kötülüğü ve caniliği beklemek doğal.


Aşkı durdurmak mümkün olamaz. Çünkü aşk, kayıp “beni” bulma arayışıdır. Doğan her çocuğun hayata adım attığı anda aradığıdır aşk. Aşkın kendine ait bir kanunu vardır ve aşk dünyadaki dünyaya ait hiçbir kanunu tanımaz.

bottom of page