top of page

Akıl, En Büyük Peygamberdir...

Doğaldır ki aklın sorumluluk icap ettirmesinin sonucu akla aykırı hiçbir hususu kabul etmemektir. Madem akıl, objektif ve mükemmel bir hüküm verme gücüne sahip o zaman akla aykırı hususları kabul eden akıllı kimseler asla sorumluluktan kurtulamaz. Akla aykırı hususları kabul edenler dünyada da öldükten sonra da cezadan kurtulamazlar ve bu ceza diğer bazı fiili durumlar gibi geçici olmaz ebediyyen devam eder. Çünkü aklın attığı düğümler ebediyyen çözülemez.



Akıl En Büyük Peygamberdir
Akıl, En Büyük Peygamberdir...

Gerçekten "imkânsız" diye bir şey var mıdır? Yaratan, yaratılan herkes tarafından yapılamayacak imkânsız diyebileceğimiz bir şey olabilir mi? Soruya cevap vermeden önce imkânsız varlığın tarifini yapalım. İmkânsız varlık; kimsenin meydana getirmeye gücünün yetmeyeceği varlık olarak tarif edilir. Kelam kitaplarında Allah'ın kudretinin her şeye yetmesinin anlamı şöyle anlatılır: "Allah'ın kudreti akli bir imkânla mümkün olan her şeye kadir olmasıdır ki; imkânsızın yaratılması veya imkânsıza güç yetirilmesi akli imkân dışında olduğundan Allah'ın imkansızı yaratması mümkündür denilemez." Dolaysıyla imkânsız varlığı aslında kimse yapamaz.


Yukarıdaki tarifteki "akli imkânı" ölçü almamızın muazzam neticesi var. Buradan şu neticeye varıyoruz: "Aklın hükümleri asla ama asla yalanlanamaz, yanlışlanamaz... Bu durumun hiçbir durumda istisnası söz konusu dahi olamaz. "Akıl gerçekten de insana verilen (gönderilen) en büyük güçtür.

Bir şey aynı anda hem var hem de yok olamaz… Böyle bir varlık imkansız varlık olarak değerlendirilir ve akli imkanın dışında olduğundan böyle bir varlığı (aynı anda hem var hem de yok olan varlık) yaratmak ilahi kudretin içerisinde değerlendirilemez. Dikkat edin akıl ile ilahi kudretin en azından ne yapamayacağını bilmemiz demek aklın, zorunlu varlık ile aramızda objektif ve asla yanlışlanamaz, mutlak bir ölçü olduğu anlamına gelir. Aklın ulaştığı tasavvurların (bilginin) tasdiki demek olan iman, duygusal bir sonuç değil sadece ilmin tasdikinden yani dürüstçe hakikati itirafın bir sonucudur. Aslında Allah’ın insan iradesini, aklını iptal etmesi ve kendisine imana zorlaması pekala mümkündü. Fakat insanlara akıl verilmek suretiyle bu yol tercih edilmemiş insandan sadece tabi olarak ulaştığı kesin, mutlak ve mükemmel bilgiyi tasdik etmesi istenmiştir.


Duyu organlarıyla elde ettiğimiz bilgilerin bilgi mahiyetini kazanması için bile akli bilgi şart. Zira duyu organları Güneş’i görebilir ama Güneş’in ısıttığını tespit edemez. Isınmak ile Güneş arasında bağ kurabilen varlık akıldır. Bu sebeple akıl; bağlamak anlamına gelir. Bağlamanın son noktası ise zorunluluk ve imkansızlık kavramları üzerinde döner durur. Bu sebeple aklı; zorunlulukların zorunlu, imkansızların ise imkansız olduğunu tabi olarak bilen güce akıl diyoruz. İnsanı bir yerden başka bir yere çağıran akıl budur. Aklın çağırdığı yer veya çıkarımları kesindir ve mükemmeldir. İşte bu sebeple aklın varlığı insanı bağlayıcı olarak kabul edilir. Aklın bağlayıcılığına sahip olmayan kimselere deli denilir ve deliler ne dünyada ne de öldükten sonra sorumlu kabul edilir.


“Kim doğru yolu seçerse kendi iyiliği için seçmiştir., kim de saparsa kendi aleyhine sapmıştır. Hiç kimse başkasının günah yükünü üstüne almaz. Biz RESUL göndermedikçe azap etmeyiz.” (İsra Suresi: 15) Bu ayette zikredilen “Resul” kelimesi aklın yerine kullanılmıştır. Zira sorumluluğun ve sorumluluğun yerine getirilmemesi sonucunda azap (ceza)ın temel sebebi insana verilen akıldır. Ayete akıl dışında bir mana vermek doğru olamaz. Zira kimse sırf gözü ve kulağı var diye sorumlu kabul edilmez. Gözü, kulağı veya diğer organları var diye akılsız olan bir kimse hiçbir hukuk sisteminde sorumlu kabul edilmemiştir. Akıl olmadığı sürece hiç kimseye ne günah ne de sorumluluk isnat edilebilir. Eğer akıl bağlayıcı ve mükemmel olmasaydı insana verilecek herhangi bir ceza, insan açısından kendisine haksızlık sayılacaktı. Dahası aklın bağlayıcılığı olmasaydı gelmiş olan insan peygamberlerinin de herhangi bir bağlayılığı olamazdı.


Esasen akıl, bizzat akıl sahibini bağladığına ve akıl sahibini sorumlu kıldığına göre akıl sahibi bir insanın sorumlu olacağı tek sorumluluk alanı insan peygamberlerin zorunlu varlıktan aldıkları beyanlar olmak zorundadır. Akıl sahibinin kendisine sorumlu olması veya diğer bir akıl sahibine sorumluluk hissetmesi aklın varlığını iptal eder. Akıl sahibi, aklın mükemmel ve sorumluluk icap ettiğini bildikten sonra zorunlu varlık ile arasındaki ilişkileri tayin edecek, yasak ve serbest hükümlerini bildirecek insan peygamber arayışına girmesi aklın bir gereğidir. Aksi takdirde gerçekten de akıl varlık gayesini kaybeder. En büyük peygamber olan AKIL, zorunlu varlığı tabi olarak bildiği gibi zorunlu varlığın gönderdiği elçi meselesine de tabi olarak ulaşır. İşte bu sebeple insana gelen ilk ve en büyük elçi akıldır.


Meselenin en önemli yanlarından birisi de şu. Akıl, zorunlu varlığa tabi olarak hiçbir ekstra delile sahip olmadan ulaşır ve bu ulaştığı sonuç da asla yanlışlanamaz. Ama insan peygamberin kim olduğu hususu ise dışarıdan bir delile (mucizeye) ihtiyaç duyar. Peygamberliğini iddia eden bir kimse mucize göstermek zorundadır. Sırf "ben peygamberim" demek birisine tabi olmak için yeterli gelmez. Dolaysıyla aklın peygamberliği kesin ve kapsayıcıdır hatta gelen insan peygamberin gerçekten peygamber olup olmadığı konusunda da ölçü mahiyetindedir.


Kaldı ki… Aklın bağlayıcılığı ve sorumluluk gerektiriciliği olmasaydı insanlar gönderilen peygamberlere; “bizim hiçbir sorumluluğumuz bulunmamaktadır, bizler hiçbir dönemde kendi aramızda bile otorite kabul etmezdik,. Akli bilgiyi biliriz ama bilginin sorumluluk icap ettireceğini hatta bilginin tasdikini bile kabul etmiyoruz. Bizler en fazla hayvanların yaşadığı gibi yaşarız hatta bizlerde içgüdü olmadığından hayvanlar seviyesinde bile yaşama sorumluluğumuz olamaz. Bu yüzden sizler boş yere gönderilmişsiniz ve sizin gönderilmenizin hiçbir manası yoktur” deme haklarına sahip olurlardı.


Meselenin nirengi noktası şudur: Akli kaideler, mümkünler aleminin oluşturduğu mümkün kurallardan olamaz. Zira gözlemlenebilen mümkünler aleminin anlaşılmasının temeli gözlem ve deney gibi araçlara tabidir ve tüm bu kaidelerin temel durağı duyu organlarının faaliyetine dayanır. Duyusal olarak hayvanlarla müşterek bir yapımız var. Hatta birçok hayvan, değişik duyu organlarının kullanımında insandan üstündür lakin hiçbir hayvan kesin, değişmez ilmi faaliyetler yapamaz, yapmaya vesile olacak akılları yoktur. Üst üste bağlamak veya eşyanın illetlerini tespit etmek,, görülmeyeni anlamak için bize verilen / gönderilen akıl sayesinde hayvanlarıyla, bitkileriyle ve maddeleriyle mümkünler aleminin efendisi oluruz. Akıl yapısal olarak mümkün varlıklara teslim olmaz. Onun karşısında pes etmez. Çünkü akıl, zorunluluk ve imkansızı tabi olarak bildiğinden yine tabi olarak mümkünleri de bilir ve mümkünlere teslim olmaz. Mümkünleri zorunlu veya imkânsız gibi görenler aslında tabi olanın dışına çıkarak saplantılara düşerler, hayvan taklidi yaparak mutlu olmanın yolunu ararlar. Akıl bu açıdan da bize verilen yani zorunlu varlık tarafından bizlere gönderilen bir peygamberdir ve kaideleri (kaideler zorunlu ve imkânsız olduğundan) asla yanlışlanamaz. Aklın yanlışlanması demek zorunlu ve imkansızın da yanlışlanması demektir ki, aklını kullanmayana deli dediğimiz gibi aklın hükümleri yanlış ise alem de saçma sapan ne olduğu belli olmayan, zorunlulukların ve imkansızların olmadığı bir curcunadan ibaret olur. Oysa akıl kendinden mükemmeldir ve zorunluluk ve imkansızlık kavramları tam anlamıyla gerçektir.


Doğaldır ki aklın sorumluluk icap ettirmesinin sonucu akla aykırı hiçbir hususu kabul etmemektir. Madem akıl, objektif ve mükemmel bir hüküm verme gücüne sahip o zaman akla aykırı hususları kabul eden akıllı kimseler asla sorumluluktan kurtulamaz. Akla aykırı hususları kabul edenler dünyada da öldükten sonra da cezadan kurtulamazlar ve bu ceza diğer bazı fiili durumlar gibi geçici olmaz ebediyyen devam eder. Çünkü aklın attığı düğümler ebediyyen çözülemez.


İnsana gönderilen ilk ve en büyük elçi olan akıl, başta bizzat kendi varlığı olmak üzere gördüğü alemin bir başlangıcı olduğunu bu yüzden mümkün varlık kategorisinde olduğunu tespit eder. İşin bu noktasında mümkün varlık olan aklın, zorunluluk ve imkansızlık tespiti yapabilmesinin iki neticesi ortaya çıkar. Birincisi: Akıl, mümkünlerin içerisinde zorunlu ve imkansızı tespit edebiliyorsa aklın fonksiyonu denizin içerisindeki balık gibi olmak değildir. Aklın gücü denizi, akvaryumu, balıkları tespit edecek kadar muazzamdır ve muazzam bir elçidir. Akıl olmasaydı mümkünlerin içerisinde yok olup giderdik. İkincisi: Akılda mümkün olduğuna göre ve temel fonksiyonu zorunluluk ve imkansızı tespit etmek ise ve dahi akıllı olmak sorumluluk sahibi olmak demek ise aklın sorumlu olduğu tek varlık zorunlu varlıktır. Akıl, hiçbir mümkün varlığa boyun eğmez, imkansız varlığa da iltifat etmez.


Zaman içerisinde yer alan tüm varlıkların bir başlangıcı vardır. Başlangıcı olmayan bir varlığın zaman gibi akıp giden bir düzlemde olması mümkün olmaz. Herhangi bir varlığın sebebinin bir önceki sebep olduğunu kabul ettiğimiz takdirde ve bu takdiri sonsuza kadar ilerlettiğimizde şu an burada olan varlığın zamanın içerisinde yer alması mümkün olmazdı dahası kendisi var olamazdı. Bu sefer akıl, zorunlu olarak geriye doğru giden bu silsileyi keser ve doğal olarak bu varlıkları var eden zorunlu varlık vardır kesin hükümü verir. Evet, hareket eden varlıkların bir başlangıcı vardır. Duran varlıkların bir başlangıcı vardır. Birleşik varlıkların bir başlangıcı vardır ve onlar doğal olarak zorunlu varlık olamaz. Zorunlu varlığı tespit edemezseniz yani aklınızı kullanmazsanız şu an var olan varlıkların bırakın anlamını bizzat kendileri bile var olamazlardı. Madem varlıklar var bunları var eden zorunlu varlıklarda var. Zorunlu varlığı inkar edip yani aklı dinlemeyip gördüğümüz varlıkların var olduğunu iddia etmek ayrı bir deliliktir.


Zorunlu varlık, mümkün varlıktan her açıdan farklı olmak zorundadır. Çünkü bir yönden bile zorunlu varlık mümkün varlığa benzeseydi o da var edilen varlık statüsüne girer, zorunlu olmaktan çıkardı. Bu sebeple zorunlu varlık, zamandan münezzeh olmak zorundadır, mekandan azade olmalıdır. O’nun bir başlangıcı olamaz. İşte burası yolların ayrılış noktasıdır. Bazı kimseler aklın bu kesin hükmüne teslim olur bazıları da zorunlu kavramının mahiyetini görmezden gelerek zorunlu varlık ve mümkün varlık ayrımını dinlemezler. Spinoza, İbn-i Sina gibi isimler mümkün varlıkları zorunlu varlıktan taşan bir parça gibi görmüşken İbn-i Teymiyye gibi isimlerde zorunlu varlığa mümkünlerden mekan tayin etmişlerdir. Aslında bu isimler zorunlu varlığı sıradanlaştırırken aklın doğal fonksiyonunu da iptal etmişlerdir. Zorunlu varlığa atfedilen isim, sıfat ve fiillerin tamamı bunların tam keyfiyetini anlamak ve idrak etmek için değil zorunlu varlık ile bizim aramızdaki ilişkileri anlamak içindir. Aklın zorunlu varlığın keyfiyetini bilmesi görevi değildir aklın muhkem ve asla değişmeyen görevi zorunlulukları ve imkansızları tabi olarak bize bildirmesidir.


Bize gönderilen ilk ve en büyük elçi olan aklın hükmünü kimse bozamaz. Sonradan bize gönderilen insan elçi dahi aklın muhkem kaideleriyle kayıtlıdır. İnsan elçi, akla aykırı bir şey getirmez, getiremez aksine aklın dinlenilmesi gerektiğini beyan eder. Sözün burasında zorunlu varlık ile mümkün varlık arasında birbirine benzemezlik kesin bir kaide olduğuna göre insan elçinin getirdiği beyanlar ve sözlerin akla aykırı gibi görünen unsurları asla akla aykırı tarzda yorumlanamaz. Bir şeyin mahiyetinin bilinmemesi veya bilinememesi onun akla aykırı bir pozisyonda olmasını gerektirmez. Mesela Hıristiyanlar, Hz. İsa (as)’ın Allah’ın oğlu olduğunu iddia ediyorlar ve bu iddialarına delil olarak da İncil’i gösteriyorlar. Bizzat bozulmamış İncil’de dahi geçse Hz. İsa (as) Allah’ın oğlu veya ilah olamaz. İsa (as) mümkün varlıktır, zaman içerisinde yaşamaktadır, muhtaç birisidir vs. En önemlisi bir başlangıcı vardır. Zaten bizzat oğul kelimesi bile sonradan olmayı ilham eder. Dolaysıyla İncil’deki ayet, Hz. İsa (as)’ın bildiğimiz manada Allah’ın veya zorunlu varlığın bir parçası veya oğlu olarak yorumlanamaz ve bu şekilde kabul edilemez. Ama ne şekilde yorumlanabilir? Ne şekilde yorumlanacağı sorusundan öte ve önce asla ama asla Hz. İsa (as)’ın ilah olma veya ilahın manası olması tarzında yorumlanamaz. Oğul ilah olamaz. İlahın kendisinden türeyen parçaları olamaz. Dolaysıyla Hz. İsa, Allah'ın oğlu değildir, parçası hiç değildir, Allah'tan neşet etmemiştir. Allah'ın yarattığı mahlûktur. Tıpkı gördüğümüz her şey gibi. Evet, akla aykırı hiçbir şey ama hiçbir şeyi kabul edemeyiz. Zaten peygamberler akıllı varlık olduğumuz ön kabulü ile zorunlu varlıktan kendilerine bildirileni bize aktarmışlardır. Aklını dinlemeyip sözlerin zahirini kabul edenler, kalbini dinlediklerini iddia edenlerin tamamı akılsızdır ve akli sorumluluktan da kurtulamayacak-lardır.


Akıl; eşyanın birbiriyle görünmeyen ilişkileri hatta eşyanın arkasındaki görülmeyen varlıkları gören bir güçtür. Bu görmesi de nasıl baş gözümüzle eşyayı kesin olarak görüyorsak onun gibi kesinlik arz eder. Öyle bir kesinlik ki baş gözümüzle gördüklerimiz aklın muhkem kaidelerine aykırı ise gördüklerimize değil aklımıza inanmamız şart. Zira doğrusu aklın gördüğüdür. Mesela küçükten büyük çıkmaz kaidesi aklın muhkem kaidesidir. Bu meyanda tohum küçük, ağaç da büyük olduğu için aklen tohumdan ağaç çıkmaz, çıkamaz. Hiçbir gördüğümüz şey aklı yalanlayamayacağından tohumdan ağacın çıkış sebebini (tohum ile ağaç arasındaki boşluğun) mutlaka akli izahı olmalıdır ki buradan bile tohum ve ağacı var eden zorunlu varlığa ulaşmak mümkündür. Evet, akıl kesinlikle doğruya işaret eder ve insanı mutlaka bağlar. Aklın muhkem kaidelerine bağlanmayan insanlar için her şey mümkün, her şey imkansız… Her şey dağınık, her şey muntazam… Akıl olmazsa kendi varlığımızın bile şuuruna varamaz, bir ben anlayışına sahip olamazdık. Sırf bu sebeple akli kaideleri tanımayan laik tabanlı ideolojiler, psikoloji, eğitim sistemleri en temelde insan ile savaşmaktadırlar.






bottom of page