Lakin hiç olmazsa Sabahattin Ali’nin hasretle yanan bir gönlü var. Yakup (as)’ın elemi daha fena. Hasret ve hicran dışarıda durup yakmıyor gönlü. Yakup (as)’da bizzat yakan ve yakılan bizzat gönlü. Ateş olan bizzat kalp. Çünkü “aşığın kalbinde ayrılık ateşi vardır ki cehennem ateşinin en hararetlisi ondan daha soğuktur.”

“Acı dolu bir yaşama hoş geldin” diye fısıldarmış Hintliler, yeni doğan bebeklerin kulağına… Onlara göre acı, elem, sıkıntı, dert her yanda iken içinde kaygı olmayan şuh kahkahalar ya bir delinin veya burnunun ucunu dahi göremeyenlerin tırmığı olabilir. “Biz, insanı gerçekten bir sıkıntı içinde yarattık” (Beled Suresi: 4)ayetinin izahında Razi’nin; “Dünya hayatı ya elemdir veya elemden kurtulma çabası” tespitini okuyunca Hintilileri anlıyoruz ama buna rağmen “çıplak acı” nedir sorusu suratımıza çarpınca soruyu cevaplayamayız zira bir gözümüz sürekli umuttadır.
“Hayır, Andolsun ki, o (insanlarla alay eden kafirler) Hutame’ye atılacaktır. Hutame’nin ne olduğunu bilir misin? O, kalplerin içine işleyecek, Allah’ın tutuşturulmuş ateşidir.”(Hümeze Suresi: 4-7) “Kalplerin içine işleyecek” ibaresi, beden ve ruhu avucunun içine alan ölme fırsatı tanımayan lakin ruh ve bedeni adeta buharlaştırarak insanı “acı ve acı” terkibine dönüştüren, ümitsiz ve her anıyla eşsiz “çıplak acıyı” resmediyor. Bu tür bir elem dünya hayatında na mümkün lakin ipuçları da yok değil.
Yusuf’u kaybedince Beyt’ül Hazen (Acılar Evi) Yakup (as), Yusuf oldu. Sarılamıyordu bedenine, koklayamıyordu saçlarını ama Yakup (as)’ın yüreği Yusuf’a dönüştü. Ve Yusuf sadece kendisine nazar edilmesini dilediğinden Yakup (as)’ın dışarılarda dolaşmasına, başkalarına bakmasına izin vermedi de gözlerini bile elinden aldı. Yakup (as)’ın sinesi nam-ı diğer Yusuf, her atışında hasret bıçağıyla Yakup’u delik deşik etti. Zifiri karanlıklar içerisinde soluğu kesilmiş, yaralı diliyle kalbine ağır bir sitem yolladı Yakup (as): “Ya Esefa Ala Yusuf” dedi ve gözlerine ak düştü. Yutkunuyor, yutkunuyordu.” (Yusuf Suresi: 84)
Esefa; dert, hüzün, hicran, hasret, ukde, kahır, ıstırap, azap, keder, firak, ayrılık, iştiyak, ilmek, eziyet, çile, teessür, kasavet, esef, zahmet, zorluk, kasvet, gam, üzüntü, özlem, tahassür, düğüm, öfkeyle karışık gam, çaresizlik. Kelimelerin hepsi acıyı zihne yaklaştırmak için yoksa acıyı anlasak bizim de kalbimiz ya Yusuf olurdu bir anda veya ateşte yanmış kül.
“Ya Esefa Ala Yusuf.” Yani… “Yusuf, Yusuf. Ahh… Yedin bitirdin beni. Yeter, yetti artık Yusuf. Eee artık yeter Yusuf. Yetmedi mi çektirdiğin, dur atma sinemde. Bırak yakamı.” Yakup (as) hayalinde canlandırdığı Yusuf (as) ile konuşmuyor bilakis bu can yakıcı feryatlar kalbine. Bizzat kendi kalbine.
Sevdiklerim firaklarında hasretlerini de yanlarında götürselerdi de sinem bana kalsaydı lakin olmuyor/olamıyor. Onlar arkalarını dönüyor ama hasret, hançer oluyor yüreğimizi delik deşik ediyor. Çünkü “O insanı alaktan yarattı” (Alak Suresi: 1-2) Alak sadece kan pıhtısı değil aynı anda manevi anlamda alakayı (yapışıklığı) da ifade eden bir kelime. Ünsiyet var özümüzde ve sevgi ve aşk. Bu nedenle bedeni acıtan bıçak darbeleri değil organların birbirinden kopmasının feryadı.
“Beş yıl oldu, çocuklarımı çok özledim” teessürünün sahibi kuyu hapsine mahkum olan İmam Serahsi (rh.a). Asla sıradanlaşmayan, sürekli katmerleşen bir elemdir hasret. Eğer kalbi terk etse uzaklaşsa hasret emin ol, kalbi de yerinden söküp alır, ıssıza mahkûm eder seni. Tıpkı… Tıpkı Musa (as)’ın anacağızı gibi: “Musa’nın anasının yüreği (oğlunu nehre bıraktığı için) bomboş kalıverdi.” (Kasas Suresi: 10) Veya bakın Suriye’de İran’ın hazla öldürdüğü bebeklerin ardından deliren analara, kendinden geçen babalara.
5 yıl Sinop Cezaevinde kalan Sabahattin Ali, zindan duvarlarına içinde bulunduğu hicranı, “Hasretinle yandı gönlüm, yandı yandı söndü gönlüm” dizeleriyle ifade ediyor. Lakin hiç olmazsa Sabahattin Ali’nin hasretle yanan bir gönlü var. Yakup (as)’ın elemi daha fena. Hasret ve hicran dışarıda durup yakmıyor gönlü. Yakup (as)’da bizzat yakan ve yakılan bizzat gönlü. Ateş olan bizzat kalp. Çünkü “aşığın kalbinde ayrılık ateşi vardır ki cehennem ateşinin en hararetlisi ondan daha soğuktur.”
Eee yeter artık Yusuf. Reva mı bu? Yalnız. Hiç şüphesiz Rabbimizin Yakup (as)’ın; “Ya Esefa Ala Yusuf” sözünü haber vermesi, Allah’ın kulun içinde bulunduğu hali bilen bir Rab oluşu açısından müjde olmasına rağmen Yakup (as)’ı bu kadar gama boğan sebep neydi? Belki… Yakup (as), Yusuf (as)’ın yanında Allah’ın emaneti olduğunu biliyordu da emaneti zayi ettim korkusuyla / mahcubiyetiyle yandı. Kim bilir? Bazı müfessirler başka bir ipucu veriyor: “Muhammed (sav)’in ümmetinden başka hiçbir ümmete; “Onlar başlarına bir musibet geldiği zaman: “Biz Allah’a aidiz ve sonunda O’na döneceğiz” derler” (Bakara Suresi: 156) ayeti inmemiştir. Bu ikram sadece Muhammed (sav) ümmetine verilmiştir. Ayet, (inanarak okuyanlar için) musibetlerin şiddetini mutlaka azaltır.” “Azaltır da” der Razi (rh.a), Hz. Yakup (as) Allah’tan gelip Allah’a döneceğinin en çok farkında olan Allah’ın Peygamberiydi. İşte bu sebeple sağa sola sapmadan şunu söylemek mümkün: Yakup (as)’ı ele geçiren hüzün, evlat acısından başka bir şey değildi. Saf acı. Acı. Hz. Muhammed (sav) Efendimizde oğlu öldüğünde ağlamıştı. Bu sebeple İslâm’da acı karşısında ağlamak, sızlanmak, hüzünlenmek, kederlenmek yasaklanmamıştır. Yasaklanan husus acıyı şova dönüştürmek ve Allah’a isyan etmek. Yoksa eline diken battığında bile dayanamayan insana, evlat acısı, ayrılık hüzünlerinden dolayı ağlama, sızlanma, kederlenme demek insanın gücünü aşan bir husus.
“Ne çok acı var” der şair. Acıların şova dönüştürülmesi yanlış lakin acıların destanlaştırılması da zaruri. Çünkü Hz. Yakup (as)’ın acısını “Ya Esefa Ala Yusuf” ayetiyle bizzat Allahü Teâlâ (cc) destanlaştırmıştır. Hüsnü Aktaş, “Medeni Vahşet Davası” isimli eserini yazma gerekçesi olarak şu tespitleri yapar: “Bugüne kadar; düşüncelerimden ve inançlarımdan dolayı uğradığım hiçbir zulmü ifşaa etmedim. Susmanın tek sebebi; imtihan vesilesi bildiğim musibetler karşısında sızlanmamak ve sabretmekti!., ilminden faydalandığım bir hoca efendi: “İnsanların en tabii haklarına tecavüz edilirken susmak caiz değildir. İmam-ı Serahsi, kul haklarıyla ilgili hükümleri izah ederken; Peygamberimiz Efendimiz’in (sav), “Şahitlere İkramda bulununuz ve hürmet ediniz. Çünkü Allah onlar vasıtasıyla hakların muhafazasını sağlar” hadisini delil getirmiştir. Ayrıca Allahü Teâlâ (cc): “Şahitler çağrıldıklarında şahitlik etmekten kaçınmasınlar” emrini vermiştir. Müslümanların haklarıyla ilgili meselelerde, şahitliği edâ etmek farzdır. Nefsini ilgilendiren; hakaret ve işkence gibi hadiseleri söylemen gerekmez. Fakat insanlara yapılan zulümleri öğrenelim ki ne yapmamız gerektiğini kavrayalım. Konuşmanın farz olduğu bir durumdu susmak caiz değildir” deyince, kaleme almak mecburiyeti hasıl oldu! Zikrettiği deliller muhkem nasslara dayanıyordu Bu durumda; şahsî kanaatlerimizi ve endişelerimizi bir tarafa bırakmamız gerekir. Nitekim öyle yaptık!. Muvaffak olabildik mi, bilmiyorum. Hayırlısı olsun.”
“Hem size (sahiden) ne oluyor da Allah yolunda ve “Ey bizim Rabbimiz, bizleri halkı zalim olan bu memleketten çıkar, tarafından bize bir sahip gönder ve yine tarafından bize bir yardımcı gönder” diye yalvarıp duran o ezilmiş erkekler, kadınlar ve yavrular uğrunda savaşmıyorsunuz.” (Nisa Suresi: 75) Acılar insanı alır götürür ve “Ya Esefa Ala Yusuf” dedirtir. Kendinden geçirtir. Yeri gelir delirtir. Ve “Ya Esefa Ala Yusuf” sözünden anlıyoruz ki, acı tek kişiliktir. Ne kadar isteseniz de anlatamazsınız meramınızı. Allah hariç kimse halinizi bilemez. Acıların paylaşıldıkça azaldığı malum ama kalan parçaları bile sizi yakmaya yeter.
Yunan ve Yahudi’nin tanrısı insan düşmanı. Halden anlamaz, insana komplolar kurar ve insan da ilahlaşmaya çalışır. Hıristiyanların tanrıları ise zavallı. İslam ise. Şöyle buyurur Allah: “(Allah) çok bağışlayandır, Vedut’tur.” (Buruc Suresi: 14) Vedut ismi çok seven ve sevilen manasındadır. Ebu Hureyre (ra) Habibullah (sav)’den rivayet ediyor: “Allahü Teâlâ (cc) kıskançtır, mü’min de kıskançtır. Allah’ın kıskanması, mü’minin Allah’ın haram ettiği şeyi yapmasıdır.” Hadis-i şerifteki kıskançlık, öfkenin kabarması ve kalbin gayrete gelmesidir ve çok zaman karı ile koca arasında meydana gelir. Allah hakkında bu manada kıskançlık mümkün olmadığından Allah hakkındaki kıskançlık, “mü’minin haram edilen şeyi yapması” şeklinde ifade edilmiştir. Lakin Allah’ın gazabının “kıskançlık” kelimesiyle ifade edilmesinden anlaşılacağı gibi Allah ile kullar arasındaki irtibatın esasını “sevgi” oluşturur.
Lakin sevgi deyip geçme sakın!.. Kavramlarda müştereklik var diye Allah’ın sevgisini anlayacağım diye boşa didinme. Nasıl Allah hiçbir şeye benzemez ise O’nun sevgisi de hiçbir şeye benzemez. Bir nebze anlamak istiyorsa şunu bil: İlahımız, Kendisinden daha çok bir başkasını sevmemizi ebedi azabın nedeni saymıştır. Yürekleri titretecek ayeti beraber okuyalım: “İnsanlardan kimi de Allah’tan başka şeyleri O’na eş tutuyorlar da onları Allah’ı sever gibi seviyorlar. Oysa iman edenlerin Allah sevgisi daha kuvvetlidir. O zulmedenler, azabı görecekleri zaman bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının gerçekten çok şiddetli bulunduğunu keşke anlasalardı.”(Bakara Suresi. 165) Siz, sizin sevmediğiniz birisinin sizi sevmesini ister misiniz? Allah’ın sevgisi korkunç ve idrakler üstü bir sevgi. Allah, kullarının yalnız Kendisine yüzünü dönmesini istiyor. Aslında her birimiz için korkunç bir bahtiyarlık bu. Düşün. Gökleri ve yeri yaratan Allah her birimizi dehşet bir sevginin muhatabı kılıyor. Ama…
“Ya bunca sıkıntılar, ayrılıklar, hapisler, dehşetler, belalar, ölümler…” diyeceksin. “Seven sevdiğine bunu yapar mı?” diye sitem edeceksin biliyorum. İyi ama İblis’e kanarak dünya sürgününe sen düştün hem de niçin ebediliği Allah sana bahşetmiş iken başka yerlerde aradın ebediliği. “Kime kin ettin de giydin alları. Yakın iken uzak ettin yolları. Çok mihnetle yetirdiğin gülleri, vardın gittin bir soysuza yoldurdun” ve yoldurmaya da devam ediyorsun. Artık seviyorsan, ayrılık ateşi sönsün diliyorsan aşarsın engelleri, Ferhat olup dağları delersin. Dünya “gülleri soysuzlara yoldurup yoldurmayacağının” sınanma yeri olduğundan, “Çaresiz biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri.” (Bakara Suresi: 155) Sahtekârla, sadığın ayrılma yeri burası. Ama biraz, çok değil biraz sıkıntı. Bütün bir ömrü toplasan yaşadığın, yaşayakaldığın sıkıntı sayılı lakin sana bir saniyede verilen nimet sayısı sonsuz. Hatta… Yaşadığın sıkıntılar bile üzerinde bulunduğun nimetlerin bir kısmını kaybetmenin eleminden başka bir şey değil. Bu yüzden yıkılma ve bil: “Onlar başlarına bir musibet geldiği zaman: “Biz Allah’a aidiz ve sonunda O’na döneceğiz” derler”
Ve yine… “Onlar başlarına bir musibet geldiği zaman: “Biz Allah’a aidiz ve sonunda O’na döneceğiz” derler” Soracaksın biliyorum: “Dünyada da Allah ile beraber değil miyiz, daha nereye döneceğiz?” Öyle lakin dünya tabiatı icabı aşağılık, aslı itibariyle hakikatin gölgesi ve bu gölge Allah ile aramıza perde oluşturuyor. Ayrıca bil ki, musibetler vermek Allah’ın şanından değildir. Başımıza gelenler imtihanın cilvesi, dünyanın tabiatından kaynaklanan arızalar. O’na döndüğün zaman göreceksin ki sevgi ve muhabbet denizinde yüzdüğünü anlayacak, ebedi cennetlerle mutlu olacaksın. Allah’ın yanında en çok Allah’ı sevenler için acı, hüzün, azap vs. yoktur. Musibetler ancak bu dünyada. Geçici, arızalı bir durum Allah’a olan sevgilerini şirkle bozmayanlar öldükten sonra asıl o zaman Allah’ı tanıyacak ve görecek. Geçici olan, nimetleri bulanık olan dünyanın Allah katında sivrisineğin kanadı kadar değeri yok. Dünya, her nimeti büyük ama geçici. Gerçek orada görülecek. Ağızlar açık kalacak. Bu nedenle olsa gerek Peygamberimiz (sav); “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanacaktır” buyurmuştur.
Kudsi hadiste şöyle buyrulur: "Mümin bir kulumun canını almakta tereddüt ettiğim kadar hiçbir şeyde tereddüt etmiş değilim” mealindeki ifadeden sonra “o ölmek istemiyor, ben de onun üzülmesini istemiyorum.” Bunca sıkıntısına rağmen dünyayı bile seviyoruz, ondan kopmak istemiyoruz. Oysa Allah kullarını ebedi cennetlerine almak istiyor lakin kulun dünyadan ayrılırken üzülmesini bile büyük görüyor. Korkunç ve oldukça ince bir sevgi bu.
“Ya Esefa Ala Yusuf”
“Ya Esefa”larımız çok. Ama bütün Eseflerimizi çözecek bir Rabbimiz var bizim. Zaten Yakup (as)’da başkasına değil Rabbine derdini açmıştı: “ (Yakup) Dedi ki: “Ben hüznümü, kederimi ancak Allah'a şikâyet ederim ve Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri de bilirim.” (Yusuf Suresi: 86)
“Ya Esefa Ala Yusuf”
Yeni bir medeniyet kurmak istiyorsak öncelikle “Ya Esefa Ala Yusuf” hakikatini anlayacak ve “Ya Esefa Ala” diyenlerin ayaklarına gideceğiz. Ayetteki “Ala” ifadesi insanın üstüne çıkan, onu ezen sıkıntıları ifade eder. Rabbimiz daha Mekke’de adil bir “Belde” peşine düşen, medeniyet kurmak isteyen sahabelere “halden anlamayı” bizzat “Beled Sûresi’nde” anlattı. Şöyle buyurdu Rabbimiz: “Bildin mi sen, o sarp yokuş nedir? Köle azat etmek veya salgın bir açlık gününde yemek yedirmektir, Yakınlığı olan bir yetime YAHUT TOPRAKTA SÜRÜNEN yoksula. Sonra da iman edip de sabrı tavsiye eden ve merhamet tavsiye edenlerden olmaktır. İşte bunlar, amel defterleri sağlarından verilenlerdir.” (Beled Suresi: 12-18) Ayette zikredilen “toprakta sürünen yoksul” tabiri “Metrabeh” kelimesiyle ifade edilmiştir. Metrabeh, aşırı yoksulluktan dolayı toprağa yapışan, hareket edemeyen, şaşkın kimseleri ifade eder. Bu kimseler, yardım dernekleri ve vakıfların yolunu bilmezler. Devletten nasıl yardım istenir onu da bilemezler. Esasen yardım istemeyi de bilemezler. Toprağa yapışmışlardır, sürünmektedirler. Dilsizlerdir. Belki yardım isteyebilseler yardımına gelecek kimseler olacaktır ama onlar yardım nasıl istenir, dert nasıl anlatılır bilmezler ki. Onları siz, biz bulacağız. Onlar yanımıza gelmezler/gelemezler, gelseler de meram anlatamazlar. Onların yanına gitmez isek…
Yıllar önce “Deniz Feneri” isimli programda Gaziantep’te ayakkabıları ve giyecek doğru dürüst elbiseleri olmayan 5 çocuğu ile mağarada yaşayan, çocukları için çöpten yemek toplayan, mağarada ağaç parçalarıyla ısınmaya çalışan “Metrabeh” bir kadın, TV’ye çıkarılmıştı. Kadın, derdini anlatamıyordu, ne diyeceğini bilmediği de her halinden belliydi. Mahçuptu. Ne “yemeğe ihtiyacımız var” diyebildi ne de “çocukların yırtık da olsa elbiseye ihtiyacı var” diyebildi. Öylesine kameranın karşısındaydı. Soran olmasa ömrünün sonuna kadar öyle yaşayacaktı. Ama bilmeliyiz ki, bu kadının kalbindeki ateş, değil Gaziantep’i tüm Türkiye’yi bile yakar. Korkulur bu kadınlardan.
Ama bilmeliyiz ki, bu kadının kalbindeki ateş, değil Gaziantep’i tüm Türkiye’yi bile yakar. Korkulur bu kadınlardan. Çünkü… “Ya Esefa Ala Yusuf” kelimesindeki “Esafe” kelimesi Arapça’da sadece hüznü değil öfkeyle karışık gamı ifade eder. Bu halde olan derdini Allah’a açar ve derdini Allah’a açtı mı Allah’ın gazabı önünde kimse duramaz. Her taraf yanar kül olurda bu sefer biz de “Ya Esefa Ala Yusuf” deriz…
Comentarios