İhlas Suresi (Önsöz)
Allah’a iman, tüm bilgilerin ana kaynağıdır. Allah’a inanmayan her açıdan sonsuz derecede cahil ve cahil olduğunu bilmeden “bilgi” iddiasında bulunduğu için de sapıktır.

Amerika’da örgütlenen Tesofistler, amaçlarını şöyle duyuruyor: “Din, ırk, cinsiyet, renk ve sınıf farkı gözetmeksizin insanlığın evrensel kardeşliğinin çekirdeğini oluşturmak, kadim ve çağdaş dinleri hatta felsefeleri (İdeolojileri) araştırmak, insanın psikolojik güç ve zaafları üzerinde derin düşünceler üretmek.” Bu üretim neticesinde “tüm milletleri, halkları, dinleri adı bilinmeyen ebedi güç evrensel yasalara ulaşmak” hedefindeler. Yine onlar şöyle derler: “Allah, peygamberler aracılığı ile değil saf gönülle bilinir ve açıklanır.”
“Allah bir tektir” hükmü objektif bir hakikat olmasına rağmen insanların genelinin kalbinde değişik, birçok ve birbirleriyle birleşmesi imkânsız çeşitlilikte Allah tasavvurları mevcut. “Onların (insanların) çoğu Allah’a şirk koşmaksızın iman etmez” (Yusuf Suresi: 106) ayeti, insanların sadece Allah’a imanın gücünde değil bizzat Allah’ın mahiyetinin nasıllığında da farklı farklı olduğunu beyan ediyor. Elinizde doğruluğu kanıtlanmış veriler olmadıkça bu durum da doğaldır. İnsanların çoğu, insani terimlerle, tecrübeleriyle, gözlemleriyle Allah’ı tanımaktadır. Oysa
“O’nun benzeri olan hiçbir şey yoktur.” (Şura Suresi: 11)
İnsanların tasavvur dünyasını birçok unsur şekillendirir: İnandığı din, konuştuğu dil, tecrübeler, psikolojik travmalar, çevre şartları vs. Birçok insan için Allah tasavvuru için nihai şekillendirme benlik ve benlik kavramı ile ilişkilendirilen kavramlar etrafında döner durur. Hikâye bu ya bir gün farklı yerlerden gelen, farklı inançları olan birkaç bilgin “Allah” hakkında tartışmaya başlarlar. Herkes farklı bir şey söyleyince de gidip Buda’ya sormak isterler, kimin doğru kimin yanlış düşündüğünü. Buda da onlara şu hikâyeyi anlatır: “Şehrin birinde bir Kral, yanındaki hizmetkârlarından bir fil ve altı kör adam getirmesini istemiş. Gelen adamlara, file dokunarak onun nasıl bir hayvan olduğunu anlatmalarını söylemiş. Her adam, filin farklı bölümüne dokunmuş; kafasına dokunan adam, filin büyük bir su kabına benzediğini, kulaklarına dokunan adam fana benzediğini, hortumuna dokunan adam büyük bir yılana benzediğini söylemiş.”
Aslında iman (inanma) tasavvurların (bilgilerin) tasdikinden başka bir şey değildir. Bilinmeyene inanmak diye bir kavram olamaz. Bilinene inanmak için ise öncelikle bilinenin doğru olması lazımdır. Bildiklerimiz doğru değilse veya bildiklerimizin doğruluğunu test edebileceğimiz bir ölçümüz yoksa yine inanma kavramı ortaya çıkmaz. Bu durumda inanç dediğimiz şey, sadece bir şartlanma veya saplantıdan başka bir şey olamaz. Fakat bildiklerimizi test edebileceğimiz bir mizan olsa bile bu sefer de bu mizanın doğruluğunu test edebileceğimiz bir başka mizana (teraziye) ihtiyaç duyulacağı açıktır. Terazinin teraziye ihtiyacı sürekli devam ettiği sürece hiçbir bilgimizden kesin olarak emin olamayız. İşte bu sebeple her şeyin kendisi ile tartılacağı ilk mizanın bedihi ve kendinden mükemmel olması şarttır.
Bedihi ve mükemmel olan mizan hiç şüphesiz ki akıldır. Sebep kavramıyla yola çıkan akıl, gördüğü âlemin sürekli değiştiğini ve kendinden menkul bir gücü olmadığını, her var olan için “neden” veya “sebep” sorusunun sorulabildiğini ilk anda anlar ve tüm gördüğümüz ve görmediğimiz varlıkları var eden ve asla var olmak için sebebe ihtiyaç duymayan zorunlu bir varlık olduğunu anlar. Zira gördüğümüz ve görmediğimiz varlıkları var eden “zorunlu” varlığında bir sebebe ihtiyacı olsaydı bu sefer zorunlu varlık olmaz ve tekrar başa dönüp sebep nedir sorusunu sorar ve bu durum sonsuza kadar gideceğinden her şey anlamsız olurdu. Buradan kesinlikle iki netice ortaya çıkar.
Allah’a iman, tüm bilgilerin ana kaynağıdır. Allah’a inanmayan her açıdan sonsuz derecede cahil ve cahil olduğunu bilmeden “bilgi” iddiasında bulunduğu için de sapıktır.
İkincisi: Madem Allah zorunlu varlık. Allah’a keyfiyet tayin etme noktasında akli ve zihni bağları bile kesmek zorundasınız. Çünkü akıl, zorunlukları bilmek olduğundan zorunluluğun ötesine uzanmaya çalışmak deliliğin ta kendisidir. Allah’a bir keyfiyet tayin etmeye çalışmak aptallık olduğu kadar Allah ile dalga geçme cüretidir.
Zorunlu varlığın mahiyetine yönelik zihni bağları kestiğimizde O’nun zaman ve mekândan münezzeh ve hiçbir şeye benzemeyen bir varlık olduğunu kavrar ve artık geri kalan bilgileri zaruri varlığa bağlarız. Gördüğümüz varlıkların bilgisi Allah’a inanmaya bağlı olduğu gibi görmediğimiz (melekler, ahiret günü vs) gibi hususlara inanmak da Allah’a inanmaya bağlıdır. Varlığı vacib veya zorunlu varlığa ulaşmayan kimselerin mantıkları da diğer geri kalan bilgileri de zaruri varlığa bağlanmadığı için havada kalmaya mahkûm ve izafi bir durum arz etmeye mecburdur. Kısaca zaruri varlığa ulaşmayan her kimse mutlak manada cahildir isterse dünyada bugüne kadar yazılan tüm kitapları okusun veya istediği kadar mantık oyunları sergilesin.
Burada dikkat çekeceğimiz en önemli nokta zorunlu varlığa mahiyet tayin eetmemek, ona bir şekil vermemek, hayalen dahi olsa O’nun zatı hakkında düşünmemektir. “Düşünmemek” tabirinden kastımız akıl, zaruri varlığa ulaştığı anda mümkün varlıklar ile bağı tamamen kesilir. Eğer kesmez iseniz öncelikle aslında zorunlu varlığı bulmamış demektir ve mümkün varlıklar ile zorunlu varlıkları artık karıştırıyorsunuz anlamına gelir. Bu durumda Allah’a inanma meselesi sadece derece meselesi haline gelir ve kişinin inancı “Allah vardır ve insanın biraz üst formudur” şekline dönüşür ve artık akıl söz söyleyemez olur. Çünkü akıl, tabi olarak zorunlu varlığa ulaşmış iken kişi aklını mümkün varlıklar sınırında tutarak aslında Allah’a inanmamış sayılır.
Burada bir başka problem çıkmaktadır. Allah’a akıl ile hele duygularımızla keyfiyet tayin edemiyorsak zorunlu varlık var olmasına rağmen “yaratıcı” olması dışında hiçbir sıfat ve isimle anılmaz hale gelir ve zaman içerisinde hele duyguların anaforunda ve dünyevi şartların eziciliği altında “yok” gibi görünür. Bu noktada Allah’a duygularımız ve aklımızla bir keyfiyet tayin edeceğiz ve bu durumda da Allah herhangi bir mümkün varlıktan başkası olmayacaktır.
Aklın zorunlu varlığı bulmasının ve durumun istikrar kazanmasının tek yolu zorunlu varlığın insan ile irtibat kurmasından geçmektedir. Eğer zorunlu varlık insan ile irtibat kurmazsa ister istemez insan, zorunlu varlıktan kopacak yani aklından olacaktır. Çünkü zorunlu varlığa keyfiyet tayin etmemiz aklen mümkün olmayacaksa ister istemez artık zorunluluk yoktur noktasına geleceğiz. Bu noktada doğruluğu kanıtlanmış ve mucizelerle desteklenmiş peygamberler meselesi önem kazanmaktadır. Allah’ı görmüyoruz, görmediğimiz yaratıcımızı peygamberler dışında birisinden öğreniyorsak çeşit çeşit Allah tasavvurları doğru olmasa da doğal olacaktır.
Peygambere melek vasıtasıyla vahiy gelmesi Peygamber için bir mucize ise, Peygamberin mucizeleri de bizim için mucize (delil)dir. Mucize kavramı önemli zira eğer mucize yoksa bizim Allah ile irtibatımız kesinlik kazanmaz. Bilindiği gibi mucize, Peygamberlik iddiasında bulunan kimsenin elinde ortaya çıkan ve meydan okuyucu tarzda gerçekleşen doğaüstü, asla benzeri yapılamaz harika işlerdir. İşte bu mucize ile Allah ile irtibat kurduğumuzu anlarız.
Lakin burada bir hususun altını kalın çizgilerle çizelim. Peygamberlerin sözleri ve vahy her durumda asla akla aykırı bir şekilde yorumlanamaz. Peygamberlerin Allah, hakkındaki sözleri benzeri olmayan bir varlık ile ilgili olduğundan tamamen hakikat olmakla birlikte ister istemez sözler ve isimler aklımıza yakınlaştırmak için kullanılmıştır. Burada bile tam bir keyfiyet tanıma değil daha çok kendimizle Allah arasındaki ilişkileri temin etme gayesi güdülür.
Hiç şüphesiz akıl yaratılmıştır ve bu yüzden yaratılanın yaratıcıyı ihata etmesi söz konusu olamaz. Ayrıca akıl yaratılmış olduğundan aklın düşündüğü zihninde canlandırdığı şeylerin tamamı da yaratılmıştır. İmam Gazali’nin; “Allah, insanlar için noksanlık sayılan sıfatlardan münezzeh olduğu gibi kemal sayılan sıfatlardan da münezzehtir” sözü Allah’ın insan zihninin üstünde olduğuna dair önemli bir izahtır.
İslam, Allah’ın zatı hakkında düşünmeyi yasaklar çünkü bu konuda düşünmek sadece nafile bir gayret değil Allah’ı mahlûka indirgemektir. Ve İslam bir şey daha öğretir Allah’ın zatı hakkındaki düşünceler akıl veya insani bir durumdan çok şeytandan gelen vesveseye dayanır. Nitekim Peygamber (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Şeytan, birinize gelir ve der ki: Şunu kim yarattı, şunu kim yarattı? Nihayet ona: Peki Rabbini kim yarattı” der. Kendisine bu vesvese ulaşınca, Allah’a sığınsın ve bu vesveseyi bırakıp terk etsin.” (Buhâri)
Allah tasavvurundaki yanlışların temel kaynağı sanıldığının aksine felsefi sözler ve kitaplar değildir. Günümüzde daha çok “kalp” veya “gönül” kavramıyla ifade edilen duygulardır. Bir ayet-i kerime’de şöyle buyrulur: “Bunların bir de ümmi kısmı vardır, kitabı, kitabeti bilmezler, ancak bir takım kuruntu yığını ümniyyeler kurar ve sırf zann ardında dolaşırlar.” (Bakara Sûresi: 78) Ayette zikredilen ümniyye; insanın kendi içinde ve hayalinde tasarlayıp varlığını kabul ettiği ve olmasını temenni edip durduğu veya diline dolayıp durduğu şeylerdir. Ümniyyeleri besleyen ise genellikle gözlemlerdir. Gözlem yapar insan, şirin gözle bakar dünyaya bu sefer; “Allah, her şeyi herkesi ayırmaksızın sevendir” der. Yine gözlem yapar karamsar; “Allah, insanın düşmanıdır” diye saçmalar. Hâlbuki Allah’a isim ve sıfat isnat etmek de insanı aşan bir şeydir. Allah’a kendi duygularıyla sıfat isnat edenler kandırılmaya da müsaittir. Cinlerin feryadını dinleyelim:
“(Cinler dediler ki): “Doğrusu biz insanları ve cinleri Allah’a karşı asla yalan söylemez sanmışız.” (Cin Suresi: 5) Cinlerin dilinden yalanların söz konusu edilmesi oldukça ilginç. İlginç çünkü bir anda dünyayı dolaşacak donanımda yaratılan cinlerin yalanlara kanması manidar. (bkz. Neml Suresi: 39) İnternet Teknolojisi’nin geliştiği günümüzde cinlerin düştüğü çıkmazı daha iyi anlıyoruz. Çok zaman hız ve art arda gelen haberler arasında ilk feda edilen hakikat ve doğru. Yalnız iman; hakikatlere inanmak olduğundan iman edenlerin ilk vasıflarından biri, söylenen her söze inanmamaktır. Müslüman Cinler anlatıyor:
“Ve biz, bizlerden müslümanlar da var, hak yoldan sapanlar da var. Müslüman olanlar; işte onlar doğru yolu arayanlardır.” (Cin Suresi: 14) Ayet, müslümanların vasıflarının taharri (aramak, araştırmak) yapmak olduğunu beyan ediyor.
“Allah, bir tektir” ama herkesin birçok tanrısı var taptığı… Ve bu sahte tanrılar her gün başka bir kılıkta. Bu kılıklar insanı yerden yere süründüren, çarpıştıran, dövüştüren, kanını ve namusunu heder eden.
“Bilakis onlar kendilerine gelen hakkı inkâr ettiler de şimdi artık karmakarışık bir işin üzerindedirler.” (Kaf Suresi: 5) Karmakarışık, yanlış, eksik, sapık ilah anlayışları dünyayı da karmakarışık, yanlış, eksik ve sapık bir yere dönüştürdü. Oysa hak tektir. İşte İslam bu karmakarışıklığı ortadan kaldırmak için önce Allah tasavvurunu düzeltmeye çalıştı. Allah tek ama çokmuş gibiyken insan ıslah olmaz çünkü.
İhlâs Suresi; Allah tasavvurunu yani İslam’ın temel esaslarını en kısa ve özlü özetleyen bir sûredir. Bu yüzden sürekli okunması tavsiye edilmiş, okuyanlara akla hayale gelmez sevaplar vaat edilmiştir. Sure ile hem Allah tasavvurlarının düzeltilmesi sağlanmış hem de dünyaya egemen olan kula kulluk anlayışına dayalı sömürü ve zulüm düzenine ağır bir darbe vurulmuştur.